4 Aralık 2008 Perşembe

hamilelik, doğum ve azıcık sonrasından bir kesit ........


Ben hamile olmak istemiştim, kendimi hazır hissetmiştim ama anneliğin bunun doğal sonucu olduğunu bilmeyerek. Yani o kısmını düşündüğümü hatırlamıyorum.
Bunca yıllık hayatımın en asude zamanlarını yaşıyordum. Keyifliydim ve artık hayatla savaşmıyordum. Hamileliğimi çok keyifli yaşadım. Kutsal inekler gibi dolaştım ortalıklarda. Süslendim, gözüme sürme çekmeden bir gün bile çıkmadı
m. Rahat ve keyifli şeyler giydim, Azra Akın kadifesinden yeşil üzerine kırmızı, küçük çiçeklerle bezeli bir elbise bile diktirdim. İlk aylarımda işyerinde, beni yediren, içiren, bakan, güzel şeylerle etrafımı çevreleyen arkadaşım, dostum Hayriye bana hamileliğimi nasıl güzel geçireceğimi öğretti. O kendini bilir, hayatı sağaltan kadınlardandır. O dönem yakınımda olması benim için şanstı.
Şüphesiz bu sürece eşlik eden kaygılarım vardı; çocuk sağlıklı mı, doğmak istiyor mu, amniosentez yaptırsamıydım, arkadaşımın bebeği gibi tüm testleri atlatarak downlu bir bebeğim olursa vs.vs...Bunların "normal" olduğu söylene söylene kabul etm
ek durumunda kalmıştım. Bedenim, zihnim, duygularım bir sürü tuhaf şeye maruz kalırken konuştuğum "bilge" kişiler bana sürekli "bu normal" diyorlardı. "Nor-mal.."
...Çok alıngan oldum, çabuk sinirleniyorum, Kıraç'ın klibine sattlerce ağlıyorum, yemeğimi yedikten beş dakika sonra kurtlar gibi acıkıyorum, sürekli tuvaletteyim:NORMAAAL. Ama ...diyorum, “Normal, normal, geçecek. “Hormonların şu kadardan şu kadar çıktı, normal” Peki diyordum sonra, isyanımı batırıp sessizce, normal olduğunu kabul etmem gerek. Bu normal kelimesinin hayatıma dalışı ve o noktadan sonraki kalıcılığı ızdırap vericidir. Çocuk doğduktan sonra çocukla ilgili bir şeyi bu sefer çocuk doktoruna sorup “kakası bugün yeşil normal mi?” diye soruyordum endişeyle ve tok bir “normal” sesi alınca nasıl rahatlıyordum. Beni deli eden bu “normal” kelimesi karşısında uğradığım yenilgi yetmezmiş gibi onu kendi sözcük haznemin başköşesine yerleştirecekmişim meğer.
Hamileliğimde yoğun olarak hissettiğim iki şey vardı, bunun yalnız çıkılan bir yolculuk olduğu ki Erdinç ne kadar yakın olmaya çabalasa da karşı limandan ancak gülümseyebiliyor gibi geliyordu bana. Her şey, bütün o mucizevi süreç benim içimde, yalnız benim içimde gelişiyordu. Bense içerimde oluşan bu şeyi dışından biriymişim gibi anlamaya çalışıyordum. Bu anlamaya çalışma çabamı Erdinçe de anlatmaya çalışıyordum.
İkincisi ise kendimi hayat ile doğumun incecik bir çizgiyle ayrıldığı o sırtın üzerinde dolaşan mesut bir inek gibi hissetmemdi. Her şey olabilirdi, doğuma, hayata ve ölüme aynı yakınlıkta hissediyordum kendimi. Bunun getirdiği tuhaf bir sakinlik içindeydim. Anı yaşıyordum, sonrasını düşünmüyordum, en gerçek olan "an"dı. Sonrası bilinmez. Hamilelikle ilgili kitapları ay ay okuyor, gerisine bakmıyordum, doğum aşamasına geldiğimde de gerisini okumadım, öğrenmedim. Bebek doğarsa diye, artık son ay en temel şeylerden bir tane alıp hastane valizine koymuştum. Ne bebek odası, ne giysiler, ne de diğer şeyler hazır değildi.
Oğlumuz olacağını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Erdinç kız istiyordu, beklentisinin olmamasına şaşırmıştı ben ise doğal olarak kız doğuracağımı bekliyordum nedense, oğlanları kim doğuruyordu acaba? Doktor oğlanın testisli ultrason görüntüsünü elimize verirken bile emin misiniz, kız olma ihtimali hiç mi yok, demiştim de herkes gülmüş, bunu hamilelik avanaklığına vermişlerdi.
Yavaş, her şey yavaşlamıştı, yavaş yürüyordum ve bu yavaşlığa eşlik edebilen şeylerle yaşıyordum. Hızlı yürüyerek atlatılabilen mendilci çocuklar, dilenciler ile artık ahbap olmuştum. Yeni mekanlar ve yeni kadınlar giriyordu hayatıma. Hamile olan arkadaşlarımla tesadüfen karşılaşmış ya da yeni doğum yapanları bulur olmuştum. Sorularım, endişelerim, sevinçlerim ve giderek etrafımdaki insanlar değişmeye başlamıştı. Sanki ben bir çizgide durmuşum da hayatımın başındaki ibre, frekans ayarı her neyse, benim yolunu izini bilmediğim bir yöne doğru hızlıca çevriliyordu. Bu yabancı alemde bana yol gösteren ne olacaktı? Kadınlardan aldığım pratik bilgiler, doktordan aldığım tıbbi bilgiler ve annemin deneyimleri bu sorunun cevabını oluşturamıyordu.
Böyle durumlarda her zaman yaptığım gibi kitaplara baktım, aklına fikrine güvendiğim kadınlarla konuşmak istedim. Neyi konuşacağımı bilmediğimi farkettim. Bir tek kitap buldum, hani şu Cowardın kitabı. Ama ben Türkiye’deki feminist annelerin kaleminden süzülmüş birkaç satır aradım, sonuç sıfır. Kimse birşey yazmamış, tek kalem oynatılmamıştı.
Cowardın söylediği gibi olacak dedim, kendime:"Modern bir anne olarak tekerleği yeniden keşfetmem gerekiyor." Ama aslında bunun da ne demek olduğunu bilmediğimi bilerek.
40 haftayı doldurmak üzereydim ve oğlumda hala dünyaya gelmek için en ufak bir kıpırtı yoktu. Nasıl, hangi yolla doğum yapacağıma da henüz karar vermemiş, sürece bırakmıştım. İzin, rapor dönemi de bitmiş olduğundan kontrole gittik. Doktor oğlumun kilosunun 4.600 olduğunu söyleyince sezaryen olasılığına da gün doğmuş oldu. Doktorum sezaryen yanlısıydı başından beri, ben politik olarak normal doğum düşüncesindeydim ama çok korkuyordum beri taraftan. Hal böyle olunca ben de kabul ettim. Doktor öğleden sonra saat 16.00'da gel alalım, dedi. Hastane işlemlerini ayarladıktan sonra Yüksel Caddesinde son kez iki kişi olarak ağır bir yürüyüş gerçekleştirdik. Tuhaf bir hüzün vardı üzerimizde.
Sonra her şey çok hızlı oldu, 16.20' de odamdaydım. Hemşire alışkın hareketlerle mememi bebişin ağzına vermeye çalışıyordu, onun acısıyla uyandım. Sevdiklerim başımdaydı. Bebeği görmek istedim, ilk sorum, gözleri ne renk? ve son gecelerimin kabusu yüzünden olmalı, parmakları tamam mı? oldu. Sonradan videodan seyrettiğimde bakıyorum, herkes meşgul, Erdinç benimle ilgileniyor, annem, kardeşlerim bebekle ilgileniyorlar, bir şeyler yapıyorlar. Ben, bir ben öyle uzak, iliştirilmiş gibi, yorgun ve hüzünlü görünüyorum.


Ertesi gün eve geldik, ve aslında bu sürecin en azılı zamanı başladı. Bebek iri olduğu için her yarım saatte bir, emzirmek gerekiyordu. İkinci gün sütün mememe hücum ettiği evrede delirdiğimi sandım, elektriğe çarpılmışım gibi titriyordum, ateşim çok yükselmişti, zangır zangır titriyordum. Anneme sürekli bağırıyordum, ateşime bak, beni banyoya götür, duşa sok, kadın panik içinde beni banyoya taşıyor, su vücuduma metal çiviler gibi saplanıyor, ben tekrar bağırıyorum, beni yatağa götür, tanrım öleceğim, donuyorum. Kadın perişan bir vaziyette, ne yapacağını bilmez halde döneniyor. Erdinçi ara gelsin, diye bağırıyorum. Onun doğum izni üç gün ve artık iste.Bir taraftan da ben bu durumda bebeği nasıl emzireceğim diye sızlanıyorum. Korkunç terlemeler başlıyor ardından, günde on tişört değiştiriyorum. Eridiğimi suya dönüştüğümü hissediyorum. Odanın her köşesinde kocaman su bardakları.

Bir yandan diğer yana dönemiyorum, her yanım acıyordu, vücudum hayatı bana dar ediyordu. Bebeği kendim alıp koyamıyordum. Bütün bunlara bebekle ilgili depreşmiş kaygılar eşlik ediyordu. Mememin acısından gözümden yaşlar akarak bebeği emziriyorum. Doktora çok acı çektiğimi söylediğimde “yeni bir ayakkabı da ilk giyildiğinde ayağı acıtır, ayak ayakkabı ile uyumlu hale gelene kadar acıyacak,” diye şahane bir açıklama yapmıştı, emzirmediği ve hiç emziremeyeceği halde bu ne menem bir bilmişlik halidir?)

Uzun ve yalnız emzirmeler sırasında sürekli onu inceliyorum, kulağı kıvrık, üstü kıllı. Acaba normal bir kulak gibi olmuş mudur, gözü görüyor mu, kilodan boynu yok gibi görünüyor ve bana ensesi düz gibi geliyor, gözleri de çekik, burnu düğme gibi, tanrım yoksa bu da Down mu oldu, arkadaşımın kızı gibi. Ama çocuk doktoru gördü, anlardı herhalde. Ya anlamadıysa, Tanrım sen arkadaşıma yardım et, onun tüm acısını içimde hissediyorum, ne kadar zor olmalı. Ve tabii onunla konuşmaya, bir bağ kurmaya çalışıyorum, uyuduktan sonra sürekli dua ediyorum. İlk banyosunu yaptırırken terör estiriyorum, sonunda kalkıp annemin elinden alıyorum, hem kitaba bakıyorum hem de ş”öyle yapmak gerekiyor diyorlar burada” diye herkesin canını sıkıyorum. Sonra aklım başıma geldiğinde, kendime şaşırıyorum ne yapıyorum ben?, ne oluyor bana?. Sinirliyim, her bulduğum fırsatta ağlıyorum.

Herkes beni idare ediyor. Ben kalkıp bebeği alamadığım için annem bebeğin beşiğinin yanına bir şilte attı, hepimiz aynı odada yatıyoruz. Bebek ağladığında ben de uyanmış oluyorum, beni oturtuyor omzuma bir şal veriyor, bebeği kucağıma yerleştiriyor, emmesi bitene kadar yatağın kenarında yarı uykulu öylece oturuyor, bekliyor. Sonra bebeği yatağına koyuyor, sonra beni yatırıyor ve üzerimi örtüyor. Bütün aşırılıklarımı sineye çekiyor, kırılmamaya çalışıyor. Bu durum iki üç hafta kadar sürdü ve ben bütün bunlar olurken annemle sessizce halleştim, çocukluğumdan beri ona karşı duyduğum kırgınlık, kızgınlık herneyse erimeye başladı, onunla hesabımı gördüm. Onu içime aldım. Annemi affettim.

Hazar 21 günlükken annem gitti, "bize de geçim gerek kızım” diyordu. Evet onların da bir hayatı vardı. Sonra benim bütün evrenden yalıtılmış günlerim başladı. Bu uydu hayata bir telefon hattı ile bağlı olan Erdinç'in dışında ben ve bebekten oluşan yeni hayatım.

Korkular, kaygılar, yalnızlık, yalıtılmışlık hali.
Bedenim, her yerimden sıvılar akıyor, süt , kan ve ter
Aileye yakınlaşma, komşulara, sıradanlığa, eve dair düzenlemelere
Hüzünlü kopuşlar
Kitaplığımdan, kitaplarımdan, arkadaşlarımdan, sosyal hayatımdan, sokaklardan
Hayatın gerisinde dışında bırakılanlara ait alanda yeni bir yaşam kurma süreci.
Parklar, önceden mastürbasyon adacıkları diye gönül indirmediğim parklar. Ahmed Arif parkı iki yaz boyunca nefes aldığım bir yer oldu. Bebek arabasında ağaçların altında uyurken ben de bir çay içiyorum, halbuki oraya kadar gelmek ve oradan eve gitmek o kadar kolay değil. 

Apartmanda bahçe katında oturuyorum, Hazarı arabasıyla çıkarabilmek için adlarını 15 yıldır beş kez telaffuz ettiğim insanlardan yardım alarak indirme ve çıkarmaları yapıyor, doğru düzgün yapılmamış kaldırımlarda bebek arabası kullanma konusunda pratik geliştiriyorum. Parkta oturuyoruz siyatikli, romatizmalı, bastonlu ve yarabantlı radyolarını dinleyen amcalar ve teyzelerle. Almanya anılarını anlatıyorlar, çocuklarını ve gelinlerini anlatıyor kadınlar. Ev kadınları gecikmiş kahvaltılarını parkta yapıyorlar. Anneanneler, babaanneler ve bakıcı kadınlar çocukları getirmiş parka, çekirdek çitleyerek hırs ve rekabet içinde sıralarını bekliyorlar. Parkın hemen üstünden arabalar geçiyor sürekli, otobüsler duruyor, kalkıyor. Tek kamusal alanı park olanların dışında herkes meşgul, hareketli. Bizim için zaman başka türlü akıyor, ağır, tekdüze, öylece dondurulmuş bir yaşam aralığı gibi.

Satı

1 yorum:

escapist pudisse dedi ki...

Annenle olanları anlatıp,onun bebeğinin yanı başında uyuklaması hep diken üstünde durması beni mahvetti, dağıldım resmen okurken..ablamın doğumunda aynısını ben de gördüm şimdi benim içimde bi kıpırtı var ve aynılarını ben yaşayacağım sanırım...Yepyeni bir hayat yaşamaya değer mi?