3 Aralık 2008 Çarşamba

neden doğuruyoruz? nasıl karar veriyoruz

30 yaş geldiğinde “hala doğurmadım” diye telaşımdan ölüyordum. 30una kadar yapıp edeceği işlere ancak başlayabilmiş, hayatta her yapacağını kendi kurması gereken, hiçbir şeyi hazır bulmayan insanların daha erken yaşta doğurma şansı pek yok gibi. 30-35 arasına sıkışmış “sağlıklı gebelik ve doğum için son şans/son tren” karar vermekteki en zorlayıcı etken belki de.


20li yaşlarda okul bitince hemen evlenip çoluk çocuğa karışmaya karar verebilseydim ya da çoluk çocukla da hayata karışabileceğimi bilebilseydim daha mı iyi olurdu acaba? 20li yaşlardayken doğurunca her şey biter sanıyordum. Statün değişir ve artık kendin olamazsın. İlk evliliğim 22 yaşımda, ilk gebeliğimde doğurmuş olsaydım 17 yaşında bir çocuğum olurdu şimdi. kızımı doğurana kadar 3 gebelik sonlandırdım. 2. gebeliği sonlandırdığıma hep pişman oldum.
Dolayısıyla kızım hem 30-35 sınırlılığının hem de kendisinden önceki gebeliklerin birikimiyle geldi.
Anne olmak olmazsa olmaz mıydı? Doğurmamak mümkün müydü? Benim için değildi. İnsan ilişkilerindeki sevgisizlikleri aşmak, saf bir sevgi ilişkisi yaşamak, bedenimin tüm kapasitesini bu ilişkiyi kurmak için kullanmak, bedenimin bir bebeğin yaşaması ve büyümesi sürecindeki deneyimini yaşamak, hayatı bir çocukla paylaşmak, onun dünyasını tanımak ve bu dünyanın benim çocukluğumdan daha iyi bir yer olacağı umudu, çocukla ilişkiden alacağım güç, yalnızlık korkusunu yenmek...daha bir sürü neden.
Ama anahtar kavram benim için “merak” olabilir. Gebeliği, anneliği, çocukla yaşam paylaşmayı çok merak ediyordum. Bu merakın önüne geçmek mümkün değildi.
Kocamla doğurmak için evlendim. Doğurmamı kabul etmese ilişkimiz sürmezdi. Kabul etmesi bu olaydan mutlu olmasını sağlamadı. Gebelik boyunca muhalefetini sürdürdü. Şimdi bakınca ne zormuş diyorum ama o zaman umurumda bile değildi. Çünkü çok mutluydum. Bir başkasının onay ve desteğine ihtiyaç duymadan yaşıyordum.

  1. GEBELİK NASIL BİR ŞEYDİ?

Rüyalarımda gebeliği hep kraliçelik, tanrıçalık gibi görürdüm. Kocaman bir karınla, şahane bir güzellikle, tahtırevan üstünde, şehrin sokaklarında dolaştırılıyorum. Üstünüm, çok üstünüm. Tapılası bir şeyim yani. Tüm antik doğurganlık sembolleri, ana-tanrıça mitleri süsledi gebelikle ilgili algılarımı. Bolluk-bereket hissettim hep kendimi. Gebelik öncesi ince-zayıf bir şey olduğum için de yeni bedenimden çok hoşnuttum. Hayatımda ilk kez dışarıdan fark edilebilir memelerim olmuştu. Yarabbim ne mutluluk. Kendimi ilk kez gebelikte çok ama çok güzel buldum. O vakitten beri de sürüyor. İyi ki, yoksa hala kendime neden güzel değilim diye soruyor olacaktım belki de. Dolayısıyla gebelik bebekle değil daha çok kendimle ilgilenerek geçti. Kendimle ilgili algılarım değişti. Özgüven açısından müthişti.
İlk ay düşük tehlikesi oldu. Kanamalar, yatarak geçirmen gereken bir süre, kayıp korkusu. Onlar kötüydü. İkiz gebelik olduğunu ve kanamalar sırasında bebeklerden birinin kaybedildiğini söylemeleri iyice şaşırttı. Kalan bebeği öyle çok istedim ki çok ince bir noktadan geri döndü. “Sabaha düşmüş olur ve küretajını yaparız” dedikleri gece zor geçti. Ama sabah yaşamaya devam etti. Çok mutluydum.
2. üç ay ve sonrasında sorun yoktu ve çok güzel geçti günler. Ağırlaşmayı bir mahmurluk olarak yaşadım. Nükhet Duru’nun şarkısındaki Mahmure’ydim. Göz süzdüm, örgü ördüm, canım ne yapmak istiyorsa onu yaptım. Kedi gibi yeyip içip uyuyup durdum. Mırıl mırıl.
Bütün bunları yaşarken bebeğin babası tarafından desteklenmiyor olmak, önemsenmemek, gebeliğin ilgi görmemesi iyi değil tabii. Ama bu duruma rağmen iyi hissediyor ve umursamıyor olmak özgüven açısından müthiş yine.

  1. BEBEKLE İLGİLİ ALGILAR

Düşmemesi için dua edip durduğum bebeği –düşmeyeceği kesinleştikten sonra- doğum yaklaşana kadar pek aklıma getirmedim. Artık yaşayacaktı ya, kendi keyfime baktım. Ben keyfime baktıkça onun iyi ve güzel olacağına inanıyordum zaten. Doğum yaklaştıkça nasıl birisi olduğunu merak etmeye başladım. Eve bir misafir geleceği hissi hasıl olmaya başladı. Kendimden çıkacak bir şey değil de uzaklardan, mistik ve kutsal yerlerden, öte dünyalardan gelecek bir misafir gibi algıladım hep onu. Gelip bir süre bizde kalacak, biraz büyüyünce gidecek. Hala da öyle düşünürüm ve bu düşünce birlikte geçirdiğimiz zamanı kıymetli kılıyor gözümde.
Uschi (kuzenimin eşi) gebelik ve doğum sürecindeki hislerimde ve düşüncelerimde etkili oldu. Sakin ve doğal bir kadındı. Anneliğini kendiyle pek bir barışık yaşıyordu. Bana da bulaştırdı. “Çocuklarınıza küçükken toprağa salacakları kökler, büyüyünce takıp uçabilecekleri kanatlar verin” diye bir laf bulmuştuk Halil Cibran’dan. Felsefemiz buydu.
Bebeklerin çok güçlü canlılar olduğuna inanıyordum. Hele de düşük tehlikesini atlatan bebeğimin zayıf, zavallı, muhtaç biri değil, yaşamak için gerekli güce sahip biri olacağını düşündüm hep. O yüzden doğum sonrası beni kaygılandırmadı. Ağlayacak, bağıracak, ona bakmam için beni zorlayacak, hayattan ne istiyorsa benim aracılığımla sağlayacaktı. Kendi doğallığında gelişecek, büyüyecek diyordum. Öyleymiş de. Emzirme çok mutlu edecek, kutsal hisler yaratan bir eylem değildi ama komikti, eğlenceli geçiyordu. Hayvan yavruları gibi altımda yatarken ağzını uzatıp yukarıdaki memelere ulaşması, ya da ben aşağıdayken yukardan eğilip emmesi, aklınıza gelebilecek ne kadar garip emzirme pozisyonu varsa denemek eğlenceliydi. Uslu, sakin bir bebekti. Allah dağına göre kar vermişti. Tembel ve uykucu bir kadına verilebilecek en iyi bebekti. Gerçi ne tembellik kaldı ne uykuculuk sonra ama geçiş döneminde adaptasyon için gerekli her şey kızımda vardı.

IV. NORMAL DOĞUM/SEZARYEN: SEÇME ŞANSIMIZ VAR MIYDI GERÇEKTEN?

Normal doğumu denemek istedim başlarda. Ama bunun için fazla yaşlıydım doktoruma göre (33). Sonra bebeğin başı o sıkışık yerlere girmeyecek diye düşünüp memnun kaldım bu karardan. Bir de genital bölgemde kesik ya da yırtıklardansa karnımın kesilmesini tercih ettim doğrusu.
Bir sezaryen furyasının içindeydik zaten. Hiç kimse normal doğurmuyordu. Büyük doğumevi normal doğum denilen o esrarengiz denemelerin hala yapıldığı bir uzay üssü gibi kalmıştı diğer hastaneler arasında. Normal doğum tarihe karışmıştı. Oysa feminist okumalarımda doğumun tıbbileştirilmesine nasıl da karşı çıkmış, olanca doğallığıyla en sağlıklı şekilde yaşanacağına nasıl da inanmıştım. Ama ben beceremiyordum.
Geç kalmanın bedeliydi normal doğum şansını kaybetmek. İşime de gelmişti vajinamın bir bedenin geçiş yolu olmaması. Doğumdan sonra yine aynı bildiğim yer olacaktı, hep nasıldıysa öyle. Ama ameliyattan sonra ağrı kesicinin etkisi geçince karnımda hissettiğim ağrının bu kadar fazla olacağını bilseydim ne yapardım kafam karışık. 1 gün sürecek ağrı ve sancılarıyla normal doğum belki daha çekici gelirdi. Tabii yırtık, kesik olmaması şartıyla. Genitaller daha bir ömür lazım. İyi bakmalı. Normal doğum yaptıranların iyi bakacağına inanmıyorum pek. Onlara göre tek önemli olan bebeğin başının rahat geçmesi. Önemli de elbette, işte o zaman da sezaryenden başka bu iki faydayı bir arada sağlayacağı garantisini veren yöntem yok.
Bir daha dünyaya gelsem eğer anatomik yapım uygunsa ve doğum sorunsuz görünüyorsa evde doğurmak isterim. Hastaneden eve döndüğümde sezaryen kesisinden çektiğim ağrının %50 azalması sonucu bu karara vardım. Ağrının %50si hastanedeki gerginlik ve yabancılık duygusundan geliyorsa evde ne kadar rahat olur demek ki.

V. NASIL BİR GEBELİK- DOĞUM İSTERDİM?

Gebelik zaten çok güzeldi. Ama bunları doğurmaya birlikte karar verdiğim, desteklendiğim bir ilişkide yaşayabilmek isterdim. Kraliçelik halinin bir iç duygu olarak değil dış gerçek olarak yaşanması hiç de fena olmazdı.
Doğumu şöyle hayal ediyorum: kocaman bir salonda, kocaman bir yer yatağında, çok güzel örtüler içinde yatıyorum. Her yerde çiçekler, mumlar, yastıklar var. İstediğim zaman kalkıp dolaşıyorum. Güzel müzikler çalıyoruz. Sancı çekerken ılık suya girebilmek mümkün olmalı, karnına su dökebilmek, suyla oynamak. Gezip dolaşabilmek. Bir de bir şeyler atıştırmak mümkün olsa. Ama o olmaz, bağırsaklar boş olmalı. İstediğin zaman çişini yapabilmelisin. Doğuracağım zaman jinekolojik muayene masası gibi sırtüstü, savunmasız yatacağım ve o pozisyonda değil doğurmak, kakamı bile yapamayacağım bir yere geçmiyorum. Eski gravürlerde gördüğümüz bir doğum koltuğumuz var. Oturulacak yeri delikli, yumuşak, rahat, sağlam, insana güç veren bir koltuk. Otururken daha kolay olması gerekir. Ikınmak, içindeki bir şeyi itmek, karın kaslarını ve genital kasları kullanmak için yer çekiminden faydalanmak. Bütün bunları yaşarken sevildiğin, okşandığın insanların arasında olmak ne güzel olurdu. Bildiğin, güvende olduğun, sevdiğin, süslediğin bir mekanda. Doğumu bir işlem gibi değil de bir tören gibi yaşamak ne güzel olurdu. Feminist bir doğum kliniği kurulması için bir şeyler yapmalıyım. Fransa’dan bir kliniğin fotoğraflarını görmüştüm. Doğururken gülen kadınlar. Koltuk altlarından desteklenerek, sırtları okşanarak, çömelerek doğuran.

VI. BABALIK

Gebeliği hiç istemeyen kocam, doğumla birlikte mutasyon düzeyinde değişiklik geçirerek şahane bir baba oldu. Aşık mı olmuştu ne? Hem bana hem ona. İlişkimizin en güzel günleri doğum sonrasındaydı. Kızımız ikinci çocuğu olduğu için bana oranla daha deneyimliydi. Bebeğe çok güzel bir bakım emeği veriyor, onu çok güzel seviyordu. Uykum hep ağır olmuştur. 8 ay emzirme boyunca bebek kıpırdasa uyanıyor, memeler sinyal verdikçe emziriyordum. Emzirme bağımız kesildikten sonra geceleri bebeğe bakmak için hiç uyanmadım. Çünkü hep babası uyanıyor, mesele neyse hallediyordu. Becerikliydi. Bebekle birlikte kişiliğindeki sertlikler yumuşamış, hiç olmadığı kadar şefkatli biri olmuştu.
Ben “rahat anne”, o ise “iyi hatta çok iyi baba” olarak tanımlanır olmuştu. Beni tanımlayan “rahat”ın olumlu çağrışımlarla söylenmediği çok belliydi. Pimpirikli olmamam, bebeğin ve bebekle ilgili şeylerin çok üstüne düşmüyor olmam, abartmamam etrafımızdaki “annelik pazarı”nda pek makbul bir tip yapmıyordu beni. O ise “babalık pazarı”nda muteber bir karakterdi. Bez değiştirmesi, gece üstünü örtmesi yeterliydi böyle düşünülmesi için. Sebze çorbasına katılacak en taze, en hormonsuz sebzeleri seçmek için marketlerde dolanmak, bebek cildine uygun sabunları bulmak için olmadık semtlerde olmadık dükkanlar bulmak, en ucuz ve en güzel bebek giysileri satan yerleri keşfetmek pek göze görünmüyordu. Benim kucağımda saatlerce sevmem, dakikalarca seyretmem, oynamam, her yeni şeyi ilk benim farketmem zaten olması gerekenlerdi. Olmaması gerekenleri yapıp şahane olan tabii ki babasıydı.
Ama Ali hakikaten de iyiydi. Etraftaki babalara bakmadan da düşünsem bebeğin onu iyileştirip güzelleştirdiğini gördüm ben. O yüzden bebeklerle daha haşır neşir bir hayatın varolan erkeklik kurgusunda güzel bir çatlak oluşturduğunu, erkeksiliğin kaybettirdiği olumlu insan özelliklerini kazanabilmek için bir şans olduğunu düşünüyorum. Bebekler söz konusu olduğunda erkeklerin iyi olduğuna, baştan iyi değillerse sonradan değişip iyileşebileceklerine ve onlarla birlikte daha iyi bir şeyler yapabileceğimize inanıyorum.
Dido

Hiç yorum yok: